MAZİYE YOLCULUKLAR – 206
GÜL YÜZLÜ KÂHTALI ASKER
Tarih; 13 MART 1999.
Hâkim Yağmur’un askerlik yaptığı birlikten, telefonla babasını aramışlar:
— Oğlunuz Hâkim Yağmur intihar etti. Gelin cenazenizi alın.
Komşum, hemşerim, beş yaşından beri tanıdığım gül yüzlü çocuğun ölüm haberini, sabah kahvaltısına pide almak için girdiğim fırında öğrendim.
İnanmadım. İnanmak istemedim.
Hemen karşımızda olan evlerine baktım. Tanıdık kadın komşular, kapıdan içeri giriyordu.
Gece telefon gelmiş. Bir dolmuş kiralayıp birkaç kişi hemen Erzurum’a doğru yola çıkmışlar.
Dizlerim titredi, göğüs kafesim sıkıştı, gözlerimden boşalan yaşlar yanaklarımdan aşağı doğru akmaya başladı.
Fırıncı koluma girip sandalyeye oturttu.
Uzun bir süre kendime gelemedim.
Bir hafta önce izinden birliğine dönen, izinde nişanlanan, mutluluktan uçan gül yüzlü Hâkim Yağmur gibi bir genç, neden intihar etsin ki?
Bir hafta önce ablasıyla, kardeşiyle kapımın önünde güle oynaya geçen Hâkim Yağmur, canına kıyacak bir genç değildi.
Allah’ım sen sabır ver…
Ekmek almadan eve döndüm.
Kara haberi eşime verdim. O da bu intihar olayına inanmadı. Gerçeği öğrenmesi için Hâkim Yağmur’un annesine gönderdim.
Eşim ağlayarak gitti.
Kaç sigara yaktığımı hatırlamıyorum.
Eşim geri geldi. Fırıncının dediklerinin aynısını aktardı… Birliğinden gelen telefonda söylenenlerdi aktarılanlar…
12 Eylül 1980 faşist darbesi, beni sevdiğim mesleğim öğretmenlikten uzaklaştırmıştı.
1984 yılında tesadüfler beni Mersin’in Demirtaş mahallesine atmıştı. Mahallenin üst tarafında bakkal dükkânı işletiyordum.
Komşularım içinde Kâhtalı çok hemşerim vardı.
Komşularımdan biri de Hâkim Yağmur’un babası Hüseyin Yağmur’du.
Hüseyin Yağmur uzun boylu, dürüst, dindar, kendi halinde, çocuklarının ekmek derdinde olan orta yaş üstü bir insandı…
Kâhta’nın bir köyünden kalkıp Mersin’e gelip yerleşmişti.
Bir toptancının yanında bedenen çalışan bir emekçiydi.
Demirtaş dolmuş yolunun en sonunda tek katlı bir ev yapmıştı.
Evinin önüne diktiği asma, evin üstüne kadar uzanmıştı. Evinin üstünde asmanın altında talvar yapmıştı.
Havanın güzel olduğu günlerde iş dönüşü talvarın altında namaz kılar, yemek yer, çayını içer dinlenirdi.
Gece de talvarın altında yatardı. Sıcak yaz günlerinde talvarın altı çok serin olurdu.
Dini bayramlarda. Kâhta’da yaptığımız gibi gider gelirdik.
Birkaç yıl önce vefat ettiğini öğrendiğim eşinin adı Fatma’ydı. Ben kendisine “Fatma Abla” derdim. Kâhta köylüsü kadınlar gibi giyinirdi. Sessiz, sakin ve çok iyi bir kadındı. Kendisi ve çocukları benim bakkala gelir giderlerdi.
Müşterilerimdi. Biz büyük bir aile gibiydik.
Oğlu Hâkim, ben Mersin’e gittiğimde beş yaşındaydı. Büyük kızımla aynı yaştaydı.
Aynı ilkokula kayıt yaptırdık. Aynı sınıfa verildiler. Mustafa Kanat isminde mesleğini seven, öğrencilerini çok iyi yetiştiren çalışkan bir öğretmenleri vardı. Hâkim Yağmur ve kızım çalışkan öğrencilerdi. İkisinin de bütün dersleri pekiyiydi.
Hâkim Yağmur diğer kardeşleri gibi çok iyi aile terbiyesi almıştı. Çocukken bile bir gün kavga ettiğini görmedim. Efendi ve çok saygılı bir çocuktu. Ramazan ayında çocuk yaşta oruç tutardı. Dindar anne ve babanın yetiştirdiği hayırlı bir evlattı.
Bir gün olsun şımarıklığını, yaramazlığını görmedim.
Her anne babanın istediği iyi evlat tipiydi.
Evlerimiz karşı karşıyaydı.
Ben balkonumda otururdum. Onlar talvarın altında otururlardı.
Hüseyin Yağmur çay demlediğinde beni çay içmeye çağırırdı. Ben çay demlediğimde Hüseyin Yağmur’u çay içmeye davet ederdim.
1990 yılında mahkemeyi kazanmış, görevime yani öğretmenliğe geri dönmüştüm. Hâkim Yağmur’un ölüm haberini aldığımda, evlerinin karşısındaki okulda öğretmendim.
Ölüm haberini aldığım gün ben ders yapamadım. Yıkılmıştım.
Hâkim Yağmur’un intihar ettiğine inanmıyordum.
Sözde gece koğuşunda tüfeği ile intihar etmişti.
Kendisini çok iyi tanıyordum.
Kendisi ile problemi yoktu.
Ailesi ile problemi yoktu.
Dini inançları çok güçlüydü. İslam dininin intihara izin vermediğini bilen biriydi.
Daha bir hafta önce sevdiği kızla nişanlanmıştı. Mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Annesini, babasını ve kardeşlerini bir gün üzmeyen Hâkim Yağmur, intiharı ile onların ne duruma düşeceğini bilmeyecek bir genç değildi.
İntihara zorlasalar bile ailem üzülür diye intihar etmeyecek bir çocuktu.
Ben, birçok gazetede intihar etti denen askerlerin öldürüldüğünü okumuştum.
Oğlunuz intihar etti denen birçok ailenin çocuklarının intihar etmediğini, öldürüldüğü iddiasıyla dava açtıklarını okumuştum.
Hâkim Yağmur’un öldürüldüğü kuşkusu içimi kemiriyordu.
Erzurum’dan cenaze gece geldi.
Arkadaşım ve hemşerim olan Emin enişteleri ile görüştüm. Kuşkularımı kendisine ilettim ve bir öneride bulundum:
— Emin, ben Hâkim’in intihar ettiğine inanmıyorum. Cenazeyi kaldırmadan otopsi yaptıralım. Bütün masrafı ben karşılarım. Mermi göğsünden mi sırtında mı girmiş öğrenelim. Merminin çıktığı namlunun mesafesini tespit ettirelim. Kuşkularımız dağılsın. Eğer intihar değilse avukat masrafı benden, dava açalım. Hakkımızı arayalım. Kayınbabanla görüş gel.
Emin gitti. Ben hem ağlıyordum, hem heyecanla bekliyordum.
Bir süre geçtikten sonra Emin geldi. Kayınbabası değil, çokbilmiş ve akrabası bile olmayan bir komşumuz ve hemşerimiz önerimi ret etmiş:
— Komutanı intihar etti dediyse intihar etmiş. Niye yalan söylesin. Cesedi bir daha parçalamayalım.
Cenazede çokbilmiş ile tartışacak gücüm yoktu. Sabahtan beri ağzıma bir lokma koymamıştım. Tütün tabakasını kaç kere boşalttım, bilmiyorum.
Yirmi yaşında melek gibi bir genç gitmişti.
Ölüm acısını ben tatmıştım.
Bu acının unutulmayacağını bilenlerdendim.
Ateş düştüğü yeri kavurmuştu. Aile dürüsttü. Aile kendilerine yalan söylenebileceğini akıllarından bile geçirmeyecek kadar saftılar.
Aile yalanı, dolanı, kahpelikleri bilmezdi.
Aynı çokbilmiş, Demirtaş’ta fakir ailelere yardım amaçlı bir dernek kurma çalışmalarıma da karşı çıkmıştı.
Kurulacak derneğin bütün masraflarını karşılayacağımı, başkanlık istemediğimi, dürüst güvenilir hemşerilerimizden bir yönetim oluşturulmasını önermiştim. Derneğin siyasetten uzak durması gerektiğini, tek amacımızın dayanışma olduğunu ısrarla vurgulamıştım. Sivaslı, Malatyalı, Yozgatlı komşularımız köylerinin adıyla bile dernek kurmuşlardı.
Çok güzel bir dayanışma içindeydiler.
Biz bir ilçenin insanlarıydık.
Muhtaç durumda olan hemşerilerimiz vardı. Onlara iş bulabilirdik. İhtiyaçlarını aramızda karşılayabilirdik. Kötü yol dediğimiz yollara sapmalarını desteğimizle önleyebilirdik.
Gurbette dayanışma çok önemliydi. Bu amaçla kurmaya çalıştığım derneğe karşı çıkmıştı…
Aynı zat, Hâkim Yağmur’a otopsi yaptırmayı da engelledi.
Ben hala Hâkim Yağmur’un intihar ettiğine inanmıyorum.
İzin dönüşü Kürtçe bir kaset götürdüğünü söyleyenler oldu. Doğru olup olmadığını bilmiyorum.
Bildiğim tek şey Hâkim Yağmur siyasetten uzak, dinine ve vatanına bağlı bir gençti.
Askerliğini bitirince evlenecekti.
Hâkim Yağmur’un ölümünden sonra Kâhtalı annesi, o güzel insan Fatma Abla vefat etti. Oğlunun yanına gitti.
Küçük oğlu evlenip İstanbul’a yerleşti.
Hüseyin Yağmur küçük oğlunun yanına İstanbul’a gitti.
Bana da Hâkim Yağmur’un arkasında ağlamak, bu yazıyı yazmak düştü.
Komşum, hemşerim mekânın cennet olsun.
Allah kimseye evlat acısı tattırmasın.
Sevgili Hâkim Yağmur, annen Fatma Abla mezarının başına dikmek için benden gül ağacı istemişti. Bahçemdeki en sevdiğim gülü kökü ile çıkarmış, toprağı ile kendisine vermiştim.
Bu yazıyı da o gül ağacına, senin için asacağım.
Efendi, terbiyeli, güzel hemşerim seni unutmadım. Unutmayacağım…
Allah babana, ailene, akrabalarına ve seni sevenlere sabır versin.
Nur içinde yat hayatının baharını göremeyen Kâhtalım…
Gül yüzlü fidanım nur içinde yat…