MAZİYE YOLCULUKLAR – 218 / MEZARINA NUR İNSİN

MAZİYE YOLCULUKLAR  – 218

 

MEZARINA NUR İNSİN

 

Bu güne kadar binlerce kitap okudum. Aşağıda ismini yazdığım kitap kadar, okurken zorlandığım hiçbir kitap olmadı. 1064 sayfa olması değil beni zorlayan. Hayatta kalan tanıkların anlattıklarının insan vicdanını zorlamasıdır. Vahşettir, zulümdür, barbarlıktır… Açgözlülük, yağma, tecavüzdür… Kıyımdır… İnsanlığın perişanlığıdır. Irkçı yöneticilerin halkları birbirine kırdırma oyunudur. Oyuna alet olan tetikçilerin canavarlaşmasıdır.

Acılar coğrafyasında doğmuşuz. Bu coğrafyada yüzyıllardır acılar hiç dinmedi. Dün acılar yaşandı. Bu gün de acılar yaşanıyor. Irak ve Suriye’de Ezidi Kürtler, Sünni Kürtler, Şii Türkmen ve Araplar, Süryani, Ermeni ve diğer etnik unsurlar yerlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Çoluk çocuk öldürüldüler, muhacir duruma düştüler. Dünyanın başka bölgelerinde de aynı acılar yaşanıyor.

Bu acılar coğrafyasında halkları birbirine karşı kışkırtan, düşman hale getiren çıkar grupları dün vardı. Bu gün de yine işbaşındalar. Halkları birbirine kırdırıyorlar.

Sevindirici olan bütün çirkin oyunlara rağmen dilleri ve dinleri ayrı da olsa vicdanını, merhametini yitirmeyen güzel insanların olmasıdır. Yöneticilerin tehditlerine ve baskılarına rağmen vicdanlı insanlar birbirine yardım etmeye çalışmışlar. Yardım etmişler.

Aradan onlarca yıl geçse de yapılan iyilikler ve kötülükler unutulmuyor.

Okuduğum kitaptan merhametli bir Türk anne ile bir Kürt annenin insanlara örnek olacak davranışlarını size aktarmak istiyorum. Türk ve Kürt annenin ellerinden öpmek, merhametlerini selamlamak istiyorum.

Vicdanlarını yitirmeyen, merhamet duygularına sahip olan her etnik ve dini gruplardaki güzel insanlara selam olsun.

Allah güzel insanları çoğaltsın ve onlara uzun, mutlu ömürler versin.

Ne mutlu insan doğup insanlığını yitirmeyenlere…

 

KİTABIN ADI: ERMENİ SOYKIRIMI – HAYATTA KALAN GÖRGÜ TANIKLARININ ANLATTIKLARI

KİTABIN YAZARI: Prof Dr. VERJINE SVAZLIAN

YAYINEVİ: BELGE YAYINLARI

YAYIN YILI: 2013

KİTABIN SAYFA SAYISI: 1064

 

“TÜRK ANNENİN MERHAMETİNE SELAM OLSUN”

 

TANIK: 47 (362)

SARGİS YETERYAN’IN TANIKLIĞI

( DOĞUM: 1907, AFYONKARAHİSAR)

MEZARINA NUR İNSİN

 

Eskiden Devlet-i Osmanî’de Ermeniler dürüst ve fedakârca çalışmaları sayesinde itibar görürlerdi. Ermeniler Türklerle barışık olarak ve barış içinde yaşarlardı; ama Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin çok sayıda kayıpları oldu.

Türkiye’nin birçok bölgesinde Ermeniler Türkçe konuşurdu. Bizim şehrimiz, Afyonkarahisar’dan başlayarak Uşak, Eskişehir, Akşehir, Bursa, Kesarya[Kayseri], Yozgat, Çat, Gemerek, Konya, Adana, Bilecik, Kütahya, Maraş, Antep, Elmalu ve diğer birçok yerde yaşayan Ermeniler Türkçe konuşurlardı ama kiliseye bağlıydılar.

Ben küçük bir çocukken, kiliseye gittiğimi, yetişkin erkek ve kadınları diz çöküp dua ederken gördüğümü hatırlıyorum. Ayinden sonra da Türkçe vaaz verilirdi. Vaazında papaz şöyle derdi: “…Ermeni Hıristiyanlar, birbirinizi sevin, başka milletleri de sevin; Osmanlı Hükümeti’ne tam olarak itaat edin; Hükümet’in devamlılığı için elinizden geleni yapın; vatandaşlık görevlerinizi yerine getirmek için hiçbir gayreti esirgemeyin…”

Müslüman kadınlarının siyah çarşaf giydiklerini, Ermeni kadınlarının ise onlardan ayırt edilebilmeleri için beyaz mahrama giydiklerini hatırlıyorum. Onlar da birbirlerine karşı sevgi dolu ve birbirleriyle uyumluydular.

Afyonkarahisar’da büyük bir yangın olduğu anlatılırdı. O sırada annem beni doğurmuş; ama korkusundan ağır bir şekilde hastalanmış; göğsündeki süt kurumuş ve artık beni emziremez olmuş. O dönemde bana verebilecekleri suni besin de yokmuş. Bizimkiler de annemin hastalığıyla meşgul olduklarından beni unutmuşlar; zira şöyle düşünmüşler; tekrar çocuk yapmak mümkün ama anne sahibi olmak mümkün değil. Amcamın karısı Sandukht Türk askeri hastanesinde hemşire olarak görev yapıyormuş. O etkin ve becerikli bir kadındı. O yüzden kendisine “Osmanlı Sandukht” derlerdi. O da yeni doğmuş bebeği, yani beni düşünen olmadığını görür; beni alıp Türk mahallelerine götürür. Bir eve girer; bakar ki, kadının biri çocuğunu emziriyor. Ona şöyle der: “Kızım, çocuğuna bir kardeş getirdim. Bunun anası doğumdan sonra hastalandı; sütü yok. Allah aşkına bunu da emzir ki, ölmesin. Ben senin bu iyiliğini unutmam.”

“Seve seve emziririm anne” der Türk kadın “ ne kadar gerekirse emziririm; sütüm çok.” Ve o iyi kalpli Türk kadın beni kucağına alır; başlar emzirmeye, ta ki ben biraz büyüyünceye kadar.

Yeterince büyüyüp olgunlaştığımda bütün bunları bana amcamın karısı Sandukht anlattı. O zaman ben hayatımı, görünüşe göre çoktan rahmetli olmuş o Türk sütanneme borçlu olduğumu hissettim. Allah ona cennette bir yer nasip etsin; zira ben onun sayesindedir ki 90 yıldır yaşıyor ve size hayatımı anlatıyorum. Hayatımın o kadar da mutlu geçmediği doğrudur ama ben hep onun mezarına nur inmesi için dua ediyorum…

 

Sayfa 808 – 809

 

 

“KÜRT ANNENİN MERHAMETİNE SELAM OLSUN”

 

TANIK: 148(148),

MARYAM KARACYAN’IN TANIKLIĞI

(DOĞUM: 1903, ADIYAMAN)

 

Katliam başladığında küçüktüm. İlk önce Ermenilerin silahlarını topladılar; gençleri askere aldılar, orda da öldürdüler. Dayım Talat’ın kâtibiydi; onların adamıydı; ama onların sırlarını bildiği için onun da hayatını bağışlamadılar; götürüp onu öldürdüler. Annem hiç değilse dayımın cesedini getirip gömmek için dedemle birlikte gitti; ama dedem evladını öldürülmüş görünce oracıkta inme geçirmiş ve vefat etmiş. Türk askerleri bu durumu görüp gülmeye başlamışlar: “Ne iyi oldu! Mermiden tasarruf ettik” demişler.

Annem erkek kardeşinin ve babasının cesetlerini orda yere serili olarak bırakıp zar zor kaçmış. Annem ağlaya sızlaya eve geldi. Aynı gün, taştan yapılmış evimizin yanında bir silah patladı ve babam öldü. On yaşında olan erkek kardeşim onun yanındaydı; olanları görünce bütün vücudunu yaralar sardı ve bir gün içerisinde o da öldü.

Annem, iki yaşındaki erkek kardeşim ve ben kaldık. Bizi sürüp Suruç’a götürdüler. Ne barınak vardı, ne ekmek, ne de su. Aç ve susuzduk. İnsanlar o kadar açtılar ki, pisliğin içindeki arpa taneciklerini ayırıp yemek için atın pislemesini bekliyorlardı. Kedi ve köpekleri dahi yiyorlardı. Şunu da hatırlıyorum: Bir eşek gördüler ve öldürdüler, üstüne saldırıp onu paramparça ettiler ve çiğ çiğ yemeye başladılar.

Annem mecburen bizi bir ağacın dibine bıraktı; kendisi, bize getirmek üzere ekmek dilenmeye gitti. O zaman bir Türk jandarma geldi; erkek kardeşimi yüzükoyun yere yatırdı; üstüne de büyük bir taş koydu; kendisi de taşın üstüne çıktı. Onu o kadar ezdi ki, zavallı çocuğun karnındakiler, bağırsakları dışarı döküldü ve öldü…

Oradan bir Kürt kadın geçiyordu; beni gördü ve acıdı. Belli ki, kendi kendine: “Bu kızı da o şekilde öldürecek” dedi. Beni kucaklayıp götürdü.

Gözümü açınca bir de baktım ki, siyah bir çadırın içindeyim. Beni orda tuttular. Pek çok çocuk gibi beni de ateşe attıkları için ayağım yanmıştı; irin akıyordu. İlaç sürüp iyileştirdiler. Bana iyi baktılar. Sonra, Amerikalılar gelip Ermeni öksüzleri topladılar; bizi Halep yetimhanesine götürdüler…

Sayfa: 458

 

“SİVAS MADIMAK OTELİNİ YAKANLARI HATIRLADIM”

 

TANIK 259

VERGİNE TOROSİ MAYİKYAN’IN TANIKLIĞI

DOĞUM: 1898, MARAŞ)

 

Maraş benim ve tüm sülalemin doğum yerimizdir. Öğretmenlik ve hukuki işlerle iştigal eden babam Toros Efendi ulusal-siyasal hayatın önde gelen isimlerindendi. Ermeniler ve Türkler arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklarda çoğu zaman babama başvururlardı.

Biz küçük şehrimizle gurur duyuyorduk; oradaki her taş parçası bize tanıdıktı. Maraş’ın nüfusu yetmiş bindi; bunun kırk bini Ermenilerden oluşur; geriye kalanlar ise Türk, Fars, Arap, Rum ve Süryanilerden meydana gelirdi.

Sayfa 673

 

Günün birinde, silahlı Dacik kalabalığı Karasun Mankants Kilisesi’nin çevresinde bir insan zinciri oluşturdu ve kiliseyi çember içine aldı; Dacikler kapıların açılmasına bile izin vermediler; “kapılar gece açılacak; emir öyle” diyorlardı.

Karasun Mankants Kilisesi bir tepe üzerine inşa edilmişti. Kiliseye giden kaldırım taşlarıyla döşenmiş yol birkaç yüz metre uzunluğunda, hemen hemen 4 metre genişliğindeydi ve her iki yanında ağaçlar vardı.

Kiliseye doldurulmuş Ermeniler gece kapının açılmasını bekliyorlardı; ama gece saat on, on bir, on iki oluyor, kapıyı açan olmuyor. İçerisi tıka basa Ermenilerle dolu; ne su var, ne de ışık; her yer pisleniyor; biri ağlıyor, diğeri sızlıyor, bir diğeri de dua ediyor. Kısacası görülmemiş bir kargaşa ortaya çıkıyor. Biz onların seslerini evimizin altındaki saklandığımız mahzenden duyuyorduk. Bir de küçük bir pencereden gördük ki, sabah saat bir buçukta birkaç Dacik, kilisenin kemer şeklindeki çatısına çıkmış, petrole bulanmış yanan elbise parçalarını kilisenin kubbesinden içeriye atıyor…

Yanık kokusu her yere yayılmıştı. Kiliseden yükselen sesler insanın yüreğini sızlatıyordu. Binlerce insan ağlıyor, bağırıyor ve kapının açılması için yalvarıyordu. Sesleri yerin dibinden geliyor gibiydi. Deprem uğultusu gibi, o kadar yüksek sesle ahlayıp inliyorlardı ki, yankıları bize kadar ulaşıyordu; bu yankılar saatler geçtikçe azaldı… Ama insanların yanmış kemiklerinin kokusu her tarafa yayılmıştı.

Canavarlar yapacaklarını yapmışlardı. Artık kiliselerde ve evlerimizin çevresinde canlı kimse kalmamıştı. Kilisenin büyük taşlarla döşenmiş birkaç yüz metrelik zemini sanki kalın bir sabun tabakasıyla örtülüydü; insanların vücutlarındaki yağlar eriyip akmış ev iki parmak kalınlığında bir tabaka halinde yoğunlaşmıştı…

Oraya ilk gidenlerin ayakları karda bırakılan ayak izleri gibi yağ tabakasında iz bırakıyordu… Bir de baktık ki Türk kadınları ellerine birer elek almış kiliseye doğru koşuyorlar. Biz uzaktan seyrediyorduk; ama ben dayanamayarak gidip orada olan biteni görmek istedim. Üstüme ferace gibi bir şey giydim, başıma da bir çarşaf geçirdim; ağzımı burnumu örttüm, zaten çok iyi Türkçe konuşuyordum ve kendimi ele vermeyeceğimden emindim. Ben de bizim Karasun Mankants Kilisesi’ne gitmek üzere yola düştüm. Kiliseden geriye isler içindeki yarı yıkık duvarları kalmıştı. İnsanların kapının altından süzülen erimiş yağları ise tepeden aşağıya akmıştı… Ayağımı basınca yapışıyordu; diğer ayağımı da yere basınca o da yapışıyordu… Sonunda elinde elekle yanımda yürüyen bir Türk kadın fark ettim. O beni görerek dedi ki: “Bacı sen niye yanına elek almadın?”

Ben de şaşırmadan dedim ki: “Geri dönüp alırım.”

O da gülerek cevap verdi: “Geri döndüğünde ne kalır ki?”

Katliamdan sonraki üçüncü gündü; ama çömlekçi fırını gibi kızarmış olan kilisenin duvarları hala sıcaktı. İçeri girdim ki ne göreyim! Türk kadınların her biri kilisede bir yer kapmış kimsenin kendi sınırından içeri girmesine izin vermiyor ve birbirine bağırıyor: “kim sınırı aşarsa öldürürüm!”

Benimle gelen kadın bana dönerek dedi ki: “Gâvur pis olsa da altını temizdir…”

Elekten geçirilmiş külün içinde erimiş bir altın parçası bulduklarında, o canavar görünümlü kadınların sevinci görülmeye değerdi…

 

Sayfa 674 – 675

 

Mahmut CANTEKİN

01.01.1952 yılında Adıyaman ili Kâhta ilçesi Cami Mahallesinde Dünya’ya geldi. İlk ve Orta Okulu Kâhta’da okudu. Besni Öğretmen Okulunda öğrenimine devam etti. Osmaniye Düziçi’nden mezun olarak öğretmenlik diplomasını aldı. Afyon ili Sinanpaşa ilçesine bağlı Çatkuyu ve Yıldırım Kemal köyleri ile Tınaztepe kasabasında öğretmenlik yaptı. Rotasyona tabii olduğundan Diyarbakır ili Lice ilçesine atandı. Burada Öğretmenlik, Halk Eğitim Müdürlüğü, Milli Eğitim Müdürlüğü yaptı. Lice’de beş yıl görev yaptıktan sonra Mersin merkeze atandı. 26 yıl görevden sonra Mersin’de emekli oldu. Kâhta’da yaşamaktadır. Bütün gününü şiir ve yazı çalışmaları ile geçirmektedir. Çeşitli şiir sitelerinde şiirleri yayınlanmaktadır.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir