MAZİYE YOLCULUKLAR – 8 / BİR ANNENİN GÖZYAŞLARI – 1

MAZİYE YOLCULUKLAR – 8

 

BİR ANNENİN GÖZYAŞLARI – 1

 

“Adıyaman yolu kana boyandı”

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Barbar beylerin kiralık katillerinin kahpe kurşunu, ilk çocuğunun, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet’inin kalbinin tam ortasına gelmişti…

19 Eylül 1969 günü Mehmet toprağa düşmüştü…

Anne çaresiz, perişan!

Kâhta’nın orta yerinde bir toprak dam… Toprak damda bir tahta divan… Divanın dibinde, minderin üstünde evladını yitirmiş bir anne…

Kor ateş düşmüş annenin yüreğine…

Ciğerleri lime lime olmuş…

Acısı kelimelerle anlatılamaz… Durmadan ağlıyor… Sesli sesli ağlıyor.

Arşa çıkıyor figanları… Havar havarlarına yürekler dayanmıyor… Gözyaşları Fırat olmuş… Dicle olmuş…

Mendiller sırılsıklam olup gidiyor… Sırılsıklam olmak için yeni mendiller geliyor…

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

İlk çocuğu, üniversite öğrencisi, fidan boylu, kara gözlü, mangal yürekli yiğit Mehmet, 19 Eylül 1969 günü toprağa düşmüştü…

Anne çaresiz, perişan!

İpek gibi saçlarını yoluyor acısından…

Avuç avuç saçlarını yoluyor çaresizliğinden…

Komşular, akrabalar, fakir, zengin tüm Kâhtalı kadınlar ağlayan annenin gözyaşlarına gözyaşlarını katıyorlar…

Anneler, babalar, bacılar, kardeşler ağlıyor.

Yürekleri parçalayan ağıtlar yakılıyor…

Hepsi çaresiz, perişan… Acı, yürekleri dağlıyor…

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Anne çaresiz, perişan!

Bembeyaz yüzü sapsarı kesilmiş.

Sararan yüzünü yolmaya başlıyor.  Tırnaklarının battığı her yerde, aşağı doğru damla damla kanlar süzülüyor…

Gözyaşlarıyla sırılsıklam olan mendil, kanla ıslanıyor bu kez.

Rengi değişiyor mendilin, kıpkırmızı oluyor…

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Anne çaresiz, perişan!

Yüreği yanık annenin gözleri uykuya hasret kalmış…

Günlerdir boğazından bir lokma yiyecek geçmiyor…

“Az bir şeyler ye” diyen canlarına kızıyor:

— Bana artık yemek, yaşamak haram oldu,” diyor.

Dudakları kuruyor, boğazı kuruyor… Su veriyorlar durmadan…

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Anne çaresiz, perişan!

Ağıtlar yakıyor durmadan…

Sesi iyicene kısılmış. Ağıtların sözleri anlaşılmıyor artık.

Ne önemi var onun için anlaşılmanın…

Hiçbir şeyin önemi yok artık…

Onun yüreğinde kopan fırtınadır, borandır… Acıdır… Öfkedir… Çaresizliktir…

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Anne çaresiz, perişan!

Önce bir haber geldi İstanbul’dan! Kara haber…

Sonra bir tabut geldi İstanbul’dan…

”İşte oğlun” dediler…

İnanamadı. İlk çocuğuydu. Üniversitede okuyordu. Birlikte olanaksızlıkları yenmeye çalışıyorlardı.

Mühendis olacaktı. Hem ülkesine, hem doğduğu topraklara, kardeşlerine, herkese yararlı bir insan olacaktı.

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Anne çaresiz, perişan!

Umuduydu… Akıllıydı… Terbiyeliydi… Çok çalışkandı…

Fidan gibiydi…

Daha yirmi bir yaşındaydı…

Kitaplar, dergiler, gazeteler düşmüyordu elinden. Sürekli okuyordu.

Kâhta ve Adıyaman’da yayınlanan gazetelere fıkralar, makaleler ve sosyal içerikli seri halinde yazılar yazıyordu.

İstanbul’da, Orman Fakültesi öğrenci derneğinin yazmanıydı.

Okulda çıkarılan derginin yazarlarından biriydi.

O yaşta kendini iyi yetiştirmişti. Ülkesini ve ülkesinin insanlarını çok seviyordu.

Gazetede çıkan bir yazısında “Birlikte yaşadığım insanlar mutlu olmadıkça, birey olarak mutlu olamam.” Demişti.

Ezilenlerin insanca yaşamaları için bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu…

Ülkesine, ülkesinin insanlarına, Kâhta’ya, Kâhtalılara, kardeşlerine çok yararlı olmak için gece gündüz mücadele ediyordu…

Amerikan emperyalizminin Vietnam halkına yağdırdığı bombaların açtığı yaraların acısını yüreğinde duyan bir devrimciydi…

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Anne çaresiz, perişan!

Yirmi bir yaşında çekip gidemezdi. Ölemezdi.

Tabuttaki oğlu, canı, umudu, Mehmet’i olamazdı…

O hırsla evin holünde, sımsıkı sarıldığı tabutu bıraktı.

O kalabalıkta dizlerinin üstüne kalktı…

Tabutun baş tarafına, bir aslanın çevikliğiyle atıldı.

O kadar insanın şaşkın bakışları arasında, tabutun üst kapağını tırnaklarıyla söktü.

Tahta tabutun içinde, sac bir tabut daha vardı. Onun kapağını kaynak etmişlerdi…

Üst üste yaptığı hamlelerle, tırnaklarıyla sac kapağı da açtı.

Kefene sarılı bir insan yatıyordu. Biraz durakladı. Tırnaklarıyla iki kapağı söken annenin, kefeni açmaya korkar bir hali vardı.

Acı gerçekle yüzleşmekten mi korkuyordu?

İncitmekten, uyandırmaktan çekinircesine,  yavaşça yüzünü açtı.

Oğluydu. Ölmemişti. Uyuyordu.

Düş görüyordu…

Ülkesinin, ilçesinin insanlarının çağdaş ülkelerin seviyesine çıktığını görüyordu…

İnsanların savaşsız, sorunsuz bir dünyada yaşadıklarını görüyordu…

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Anne çaresiz, perişan!

Bolluk ve bereket içinde herkesin mutluluktan, ama herkesin gözlerinin içinin güldüğünü rüyasında görüyordu.

Uyandırmamak için, incitmemek için yavaşça birkaç kez öptü.

Sonra göğsünü açtı. İnsanları seven,  insanların daha çok mutlu olması için çarpan yüreğinde, kahpe parmakların sıktığı kurşun izi vardı…

“Hiçbir yürek insanları sevip, çıkarlarımıza karşı gelemez,” demişlerdi.

“Kapımızda beslediğimiz iki ayaklı köpekler, çıkarlarımızı korumak için verdiğimiz kemikleri yalarlar… Bize karşı gelenleri, köpeklerimize kurşunlatırız,” demişlerdi.

Dediklerini yaptırmışlardı: İnsanlık düşmanlarının parayla tuttukları zalimler, saklandıkları karanlık köşeden, uzaktan tetiğe basmışlardı.

Tek bir kurşun, zalimin kurşunu, Mehmet’in yüreğine girmişti.

Bu yürek ki içinde attığı bedende insanlık için çarpıp duruyordu.

Bu kurşun o bedene değil, insanlığa sıkılmıştı.

Bir annenin umudu yıkılmıştı.

Kâhta kültürlü, bilinçli, özverili, cesur ve yiğit bir evladını yitirmişti.

“Kâhtalılar da insanca yaşamalı, dünyanın en güzel nimetlerinden kolayca faydalanmalıdır,” diyen yürek durmuştu artık…

 

Günlerdir bir anne ağlıyor!

Anne çaresiz, perişan!

Oğlunun cenazesini yüzlerce kişi Adıyaman yolunda, Keraş yol ayrımında karşılamıştı.

Cenazeyi arabadan çıkarmış, omuzlarına almışlardı.

Cami mahallesindeki evlerine kadar, cenaze omuzlarda taşınmıştı. Kalabalık binlere çıkmıştı.

Birkaç örümcek beyinli hariç, bütün Kâhta ağlıyordu.

Kâhta’nın geleneği buydu. Özelliği buydu. Güzelliği buydu.

Acılar ve sevinçler paylaşılırdı. Ölen yirmi bir yaşında Kâhtalı bir gençti. Üniversite öğrencisiydi. Kâhta’da sevilen bir ailenin terbiyeli, efendi, çalışkan çocuğuydu.  Çocukluğundan beri bir yaramazlığı, saygısızlığı görülmemişti.

Babası, hayırsever demirci Mustafa’ydı… Kâhta’nın güzel insanlarından biriydi… Kâhta çarşısının tam ortasına, anahtar teslimi cami yapmıştı…

O zamanlar Kâhta’nın tek camisi Ulu camiydi…

Ulu caminin önüne iki bin metreden uzak bir mesafeden tünel kazdırarak su getirtmiş, on dört oluğu olan çeşme yaptırmıştı…

Kimselere zararı dokunmamış Demirci Mustafa, oğlu Mehmet’i yitirmişti…

Mahmut CANTEKİN

01.01.1952 yılında Adıyaman ili Kâhta ilçesi Cami Mahallesinde Dünya’ya geldi. İlk ve Orta Okulu Kâhta’da okudu. Besni Öğretmen Okulunda öğrenimine devam etti. Osmaniye Düziçi’nden mezun olarak öğretmenlik diplomasını aldı. Afyon ili Sinanpaşa ilçesine bağlı Çatkuyu ve Yıldırım Kemal köyleri ile Tınaztepe kasabasında öğretmenlik yaptı. Rotasyona tabii olduğundan Diyarbakır ili Lice ilçesine atandı. Burada Öğretmenlik, Halk Eğitim Müdürlüğü, Milli Eğitim Müdürlüğü yaptı. Lice’de beş yıl görev yaptıktan sonra Mersin merkeze atandı. 26 yıl görevden sonra Mersin’de emekli oldu. Kâhta’da yaşamaktadır. Bütün gününü şiir ve yazı çalışmaları ile geçirmektedir. Çeşitli şiir sitelerinde şiirleri yayınlanmaktadır.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir